Ve Edebiyat
Hep söylerim: Ben öğretmenliği, öğrencilerimden öğrendim...
Edebiyatı da onların sayesinde öğrenmeye çalıştım ve sevdim.
Öğrencilik yıllarımda –yükseköğrenim de içinde- edebiyat bir dizi ezberden başka bir şey değildi benim için ve zaman zaman da oldukça sıkıcı oluyordu. Hele ezberlemek zorunda olduğumuz divan şiiriyle onların aruz kalıplarını ezberden bulmak, söz ve anlam sanatlarını Arapça ve Farsça adlarıyla ezberden söylemek canımızı çıkarırdı. Üstüne üstlük Türkçe dil bilgisi kurallarını da öğrenmek yerine ezberlemek, az sıkıntı yaşatmazdı bize.
Edebiyat dersleri geldiğinde, bir telaş başlardı sınıfta; ahlar oflar birbirini izlerdi. Dersi kaynatmanın yollarını arar; beceremediğimizde, bir an önce bitmesi için dua ederdik. Çoğu zaman, en derin uykularımı edebiyat derslerinde çekmişimdir... Hele “fa i lün/ fa i la tün” demeye başlar başlamaz, bende de dayanılmaz esnemeler başlardı.
Bir de yazılı ve sözlü sınavlardaki hâlimizi düşünün... Yaşı bize yakın olanlar iyi bilirler; ecel terleri dökerdik hepimiz.
Ve gelin görün ki, liseyi bitirdiğimde edebiyat dersinden kurtulduğuna sevinen ben, edebiyat öğretmeni olup çıkıverdim. Şimdi ben de aynı sıkıntıyı öğrencilerime mi yaşatacaktım? Benim derslerimde de çocuklar uyuklayıp dört gözle dersin bitmesini mi bekleyeceklerdi?
Ancak korktuğum gibi olmadı. Öğretmenliğim, öğrenciliğim gibi şanssız geçmedi. Büyük bir çoğunluğu ilgili ve hepsi zeki gençlerin öğretmenliğini yapma şansını yakaladım ben... O nedenle de son dakikasına kadar heyecan içinde sınıftan sınıfa koştuğum dolu dolu bir otuz yıl yaşadım.
Yukarıda dedim ya, edebiyatı da onlar sayesinde öğrenmeye çalıştım...
Onların sayesinde... Hem de daha Ardahan Lisesi’nde, ön stajımı yaparken, ilk verdiğim edebiyat dersinde öğrendim, edebiyatın ezber demek olmadığını.
Tevfik Fikret’in “Han-ı Yağma” şiirini işleyecektik. Hâlâ öğrencilik psikolojisini üzerimden atamadığımdan olsa gerek, girdiğim sınıfa bu şiiri ezbere bilip bilmediklerini sordum. Sınıftan ses çıkmayınca, kendim okuyuverdim. Ardından da birkaçından, kitaptan okumalarını istedim. Ama o kadar isteksiz okudular ki, “Böyle bir şairin böyle bir şiirini nasıl bu kadar ruhsuz okursunuz?” diye çıkıştım.
Ve ilk dersimi orada aldım:
“Hocam, böyle bir şair diyorsunuz... Nasıl bir şair? Böyle bir şiir diyorsunuz... Nasıl bir şiir? Bize biraz bunu açıklarsanız, biz de sizin yakaladığınız ruhu yakalarız belki.”
Öyle ya! Şiirin şairini tanıtmadan, yaşadığı dönem hakkında bilgi vermeden, bu eşsiz şiiri hangi nedenle ve hangi ruh hâli içinde yazdığını belirtmeden paldır küldür şiir okutulur muydu?
Ama bizim öğretmenlerimiz öyle yapıyorlardı?
Öyle yaptıkları için biz de anlayamıyorduk ya! Öğrenmek yerine yalnızca ezberliyorduk... Ve elbette sıkılıyorduk ya!
İşte o ilk dersimde öğrencilerimden öğrendim ki, edebiyat soyut bir kavram değil.
Öğrendim ki, yazarlarla şairler de –tüm sanatçılar da- birer insan ve içinde yaşadıkları toplumun özelliklerini taşırlar.
Öğrendim ki edebiyat –ve tüm sanat alanları- aslında toplumsal ilişkilerin birer aynasıdır; bir tür tarihsel belgedir.
Öğrendim ki yazar ve şairler –ve tüm sanatçılar- içinde yaşadıkları üretim ilişkilerini ve o ilişkilerin doğurduğu yaşam biçimlerini anlatırlar aslında.
Öğrendim ki, edebiyatın ana malzemesi dildir. Ve dili, dilin kurallarını, gelişim sürecini bilmeden edebi eserleri anlamak olanaksızdır.
Ve öğrendim ki o üretim ilişkilerini, o yaşam biçimlerini bilmeden edebiyat da edebi eserler de öğrenilemiyor.
Hemen o ilk dersin ertesinde araştırmaya, incelemeye başladım...
İnceleyip araştırdıkça, edebiyatın tek başına ele alınamayacağını da öğrendim.
Tarihi –toplumlar tarihini- bilmedikçe edebiyatın öğrenilemeyeceğini anladım.
Sosyoloji bilimi olmadan edebi eserlerin anlaşılamayacağını kavradım.
Diğer tüm sanat dallarıyla edebiyatın iç içe geliştiğini gördüm.
Başta coğrafya olmak üzere, tüm bilim dallarıyla edebiyatın akrabalığını gözlemledim.
Ve en önemlisi de farklı toplumlar arasındaki ilişkilerin başta dil olmak üzere, edebiyatı ve tüm sanat dallarını nasıl derinden etkilediğini; güçlü geleneklerin, askerî ve siyasal gücü büyük olsa bile diğer dil, kültür ve edebiyatları nasıl bağımlı kıldıklarını izledim.
Edebiyatın, sanatın, giderek estetik duygusunun bir iletişim ihtiyacı olduğuna inandım...
Bütün bu birikimlerimi elbette sizlerle paylaşacağım; sizin birikimlerinizden yararlanacağım... Daha birikimlerimin o kadar başındayım ki, sizden öğreneceğim çok şey var elbette.
Bugüne dek öğrendiklerimi öğrencilerim, ailem ve dostlarım sayesinde öğrendim... Ve dediğim gibi, daha öğrenme sürecinin başındayım. Öğrendiklerimi size aktararak eleştiri ve katkılarınızla daha çok şey öğreneceğime inanıyorum.
Umarım benden paylaşımlarınızı esirgemezsiniz...