ÇOCUK VE EDEBİYAT - ERDAL ÇAKİCİOĞLU

“El Alem Ne Der?!”se Desin!

Hepimiz Aileyiz Kurumsal Icon hepimizaileyiz.com.tr
Yayın : 14.01.2013

El Alem Ne Derse Desin

Bu kez ara biraz uzadı. Gerek iş yaşamımda, gerekse ailesel ilişkilerde birden yoğun ve zor bir sürecin içine girdim. Bu nedenle de çok istememe karşın bir süre bu köşede yazamadım. Saygıdeğer okuyucularımdan bu elimde olmayan durumdan ötürü özür dilerim.

Ayrı kaldığımız süre içinde, ülkemiz gündeminde de çok hızlı bir süreç yaşandı. Çok ve önemli gelişmeler oldu, yaşandı. Ve yaşananların hepsi doğrudan ya da dolaylı olarak bizi de ilgilendirdi. Çünkü bizler de yoğun biçimde etkilendik bu yaşananlardan. Dolayısıyla da yazılması gereken çok şey var; çok şey birikti. Özellikle de sanata ve edebiyata yönelik sansür ve baskılar üzerine söylenecek çok sözümüz var. Söyleyeceğiz de...

Ancak söyleyeceklerimizi sonraki yazılarımıza ertelemek durumundayız. Çünkü önceki gün bir öğrencimin, sevgili Gülçin Korkmaz’ın facebook sayfasında rastladığım bir söz üzerine, sanki önce bu konuyu tartışmamız, irdelememiz gerektiğini düşündüm. Çünkü o söz, kendimizle ilgiliydi ve o konuda kararlılığa sahip olmadıkça hiçbir konuda tutarlı davranamayacağımızı düşündüm.

Söz, “El âlem ne der, düşüncesiyle kendimize ördüğümüz duvarlar kadar yükseği yoktur.” idi. Sözün altına ben de karınca kararınca bir yorum yazdım; çünkü çok etkilenmiştim.

Çok doğru, gerçekten...

Hangimizin daha çocukken özgür irademiz elimizden alınmadı? Hangimiz, “El âlem ne der?” sorusuyla karşılaşmadık? Hangimiz, bu korkunç soru yüzünden birçok isteğimizi içimize gömmedik?

Oyunlarımızı bile o sorunun getirdiği kısıtlar altında oynamadık mı? Her birimiz, “Ben el âleme filancanın çocuğu bunu yapıyor dedirtmem!” yasağıyla yüzleşmedik mi? Hepimiz, söyleyeceğimiz sözcükleri bile aile büyüklerimizin izni ölçüsünde belirlemedik mi?

Çocukluğumuz, ailelerimizin kendilerine ördükleri duvarların içine bizim de tıkılmamızla geçti. Ne olduğunu bile anlayamadan, ne işe yarayacağını bile bilmeden ilk yasakları öğrendik... İlk duvarla karşılaştık.

Sonra büyüdükçe, “el âlem” kavramını da öğrenmeye başladık. Önce, bir anlam veremedik bu kavrama. Çünkü “el âlem”, “yabancı” demekti. Bizim sorunlarımızda, sıkıntılı anlarımızda, dar günlerimizde yanımızda olmayan yabancının ya da yabancıların, bizim hakkımızda yargıda bulunma hakları da olamazdı. Bu düşüncemizde yerden göğe kadar haklıydık elbette... Haklıydık ama büyüklerimiz bir “el âlem” ezberine kaptırmışlardı kendilerini ve ölesiye korkuyorlardı ondan.

Biraz daha büyüdüğümüzde, hem biz de o “el âlem”den korkmaya, hem de o “el âlem”in içinde kendimizi de görmeye başladık. Öyle ya, başkalarına göre de biz el âlemdik. Ve hiçbir hakkımız olmadığı hâlde, hiçbir sorununu ortaklaşmadığımız insanlar hakkında yorum yaparken, onları kınarken bulduk kendimizi.

Günümüzün beylik sözü olan “mahalle baskısı” bu olmalıydı... Ve biz, bu baskının hem acımasız uygulayıcısıydık, hem de acımasızca yargılananı. Bir yandan davranışlarımızın nedenini araştırmadan bizi eleştirenlere karşı içimizdeki öfkeyi, isyanı büyüttük. Öte yandan da başkalarının bizim duygusal çöküşümüzü yaşamaları için elimizden geleni yaptık. Giderek kendimiz yaparsak doğru sayacağımız, hakkımız olduğunu düşündüğümüz şeyleri başkaları yaptığında ayıpladık, kınadık, dışladık... Başkalarının bize bunları yapmasından da sürekli korkup duvarlarımızı giderek yükselttik.

Böylece, hem birey hem de toplum olarak, birbirimizin “el âlem”i olduk. Kendi yasak duvarlarımızı önce kendimiz ördük. Hem de her gün daha da yükselterek... Korkularımızı büyüttük, korkaklaştık, kendi içimize gömüldük. Özgüvenimizi yitirdik, özgür düşünme yetimizi unuttuk.

Bunda, elbette tek başına biz suçlu değiliz. Çocukluğumuzda ailemizde, okullarımızda, mahallemizde bize öğretilen davranış bilgisi de buydu. Radyolardan duyduğumuz, gazetelerden okuduğumuz da... Bizi yönetmek isteyenlerin bize söylediği de... Edilgen olmamız isteniyordu, olduk.

Şimdi, her birimiz bu yüksek duvarların içinde yapayalnız yaşıyoruz. Hiç tanımadığımız “el âlem” umacısının korkusuyla, yapmak istediğimiz hiçbir şeyi yapamaz durumdayız. Öyle ki, kendi gölgemizi bile “el âlem” sanacak, kendi sesimizden bile ürkecek kadar yalnızlaştık, korkaklaştık. Korkaklaştıkça da saldırganlaştık. “El âlem”in kıskacından kurtulmak yerine, kendimize ördüğümüz yasak duvarını yıkmak yerine, başkalarının bu duvarlar içine girmesi için acımasızca saldırdık. Tutsaklık acımızı özgürleşerek sonlandırmak yerine, başkalarının da tutsaklaşmasını isteyerek hafifletmeye çalıştık.

Bizim gibi olmayanları, tutsaklık duvarlarını yerle bir edenleri şiddetle kıskandık. Dahası, onları düşman belledik... Onlarla el ele verdiğimizde kendimizin de kurtulacağımızı bildiğimiz hâlde, onları dışladık, onlardan uzak durduk. Yeri geldiğinde, öfke kustuk, şiddet uyguladık. İçimizdeki korkuyu öldürmek yerine, onları öldürmeyi düşündük...

Gün geldi, araştırmaktan, düşünmekten bile korkar olduk. Beyinlerimizi, bizi edilgen kılmak isteyenlerin eline teslim ettik. Bizim yerimize başkalarının düşünmesine, ne yapacağımıza onların karar vermesine izin verdik. Söylemeye dilim pek varmıyor ama sürü olduk. Nereye sürülürsek, oraya gittik... Gidiyoruz.

Böyle olunca da insanca bütün değerlerimizi bir bir yitirdik. Dünyanın merkezine kendimizi ve yasaklarımızı koyup kendi elimizi tutmaktan bile korkar olduk. At gözlüklerimizi takıp çevremizi göremez duruma geldik. Acıma, sevme, koruma duygularına tümüyle yabancılaştık. Yanımızda adam öldürseler ilgilenmeyecek kadar duygusuzlaştık. Dahası, insanların birbirine kıymasını doğal karşılarken, birbirini sevmesini ayıplar olduk...

Birey olarak, insan olarak kendimize koyduğumuz yasak prangalarını parçalamadığımız sürece; özgür düşünemediğimiz, özgür davranamadığımız sürece hangi konuda etkin olabiliriz ki? Nasıl mutlu olabiliriz ki? Mutlu değiliz... Kendisi olamayan insan mutlu olabilir mi hiç?

İşte, hiç tanımadığımız “el âlem” korkusuyla kendimize ördüğümüz duvarlar, bizi bu duruma getirdi... Bu duruma geldik ama “özgürleşme” umudumuzu da hiç yitirmedik.

Öyleyse o umudu gerçekleştirmenin zamanıdır. “El âlem”in üzerine kocaman bir çizgi çekme, onların yerine dostlarımızın, bizi sevenlerin yargısına değer verme zamanıdır. Bizi diğer canlılardan ayıran “insanca” değerlere sarılma zamanıdır. Özgürleşme, etkin olma zamanıdır.

Haydi, duvarlarımızı yıkmaya... Haydi, kendimiz olmaya!

Konular :