“Hırsızın Hiç mi Suçu Yok?”
Yine edebiyat dergilerinin eski sayılarını karıştırdım bu hafta... Ne güzel eleştiriler, ne güzel değerlendirmeler, ne anlamlı dosyalar var hepsinde. Aldığımızda da okuyup, ihtiyacımız olan dersleri çıkardığımızı sanıyorum.
Ancak kimi yazılar var ki, okumuş ve üzerinde epey düşünmüşüz; yanlarına notlar düşmüşüz. Bazılarını, arkadaşlarımızla tartışmışızdır da kuşkusuz. Çünkü katıldığımız, katılmadığımız noktaları, ayrıntıları olmuştur.
Bunlardan biri de araştırmacı yazar Cengiz Yıldırım’ın Yaba Edebiyat dergisindeki hâlâ güncelliğini koruyan yazısıdır. Aslında, sevgili Yıldırım’ın bütün yazıları hâlâ güncel ve hepsi de derin araştırmalar sonucu yazılmış. Hepsini de hayranlıkla okumuşum. Ama biri var ki, özellikle gündemde tutulması, bugün de yarın da tartışılması gerekiyor...
Bu da Yaba Edebiyat’ın 35 ve 36. sayılarında büyük bir titizlikle ve kendine özgü akıcı anlatımıyla kaleme aldığı “Pop Edebiyat” yazısı... İşte bu yazıyı okurken yanına birçok not düşmüşüm; şimdi bu içten yazıya, o notlarımdan da yararlanarak birkaç sözle katkıda bulunmayı bir sorumluluk olarak düşündüm. Ve bu haftaki yazımda, dilim döndüğünce, kalemim elverdikçe bu sorumluluğumu yerine getirmeye çalışacağım.
Yazarımız, iki sayıya yaydığı bu harika araştırma- eleştiri yazısında, çok doğru saptamalar yapmakla birlikte, asıl eleştiri oklarını “Pop Edebiyat”ın “zavallı” oyuncularının üzerinde yoğunlaştırıyor. Ben, Yıldırım’ın “Pop Edebiyat”la ilgili tüm söylediklerine katılmakla birlikte, bu edebiyatın oyuncularına karşı sergilediği gizli öfkeyi paylaşmadığımı belirtmek istiyorum. Çünkü sevgili Yıldırım’ın da bildiği gibi, sergilenen oyunların oyuncuları değil, yönetmenleri ve senaristleri birinci dereceden sorumludur. Oyuncular, sadece kendilerine biçilen rolü oynarlar, o kadar...
Pop Edebiyat rezaletini de özenle incelediğimizde, oyuncular da suçlu olmakla birlikte –durumdan yararlanmayı kendi iradeleriyle seçtikleri ve bununla övündükleri için-, gerçek suçlunun bizzat sistemin kendisi olduğunu görürüz.
Kültür ve edebiyatın bir üst yapı kurumu olduğunu, üretim ilişkileriyle ve onun biçimlendirdiği toplumsal ilişkilerle doğru orantılı biçimlendiğini hepimiz biliyoruz.
Sınıflı toplumların tarih sahnesine çıkışlarıyla birlikte, egemen sınıfların, sömürdükleri sınıf ve katmanlardan ayrı bir kültür ve edebiyat arayışı içine girdiklerini, dahası yoksul çoğunluktan kopuk ve kendi içlerine dönük bir eğlence, dil ve edebiyat kültürü yarattıklarını da biliyoruz. Çünkü kendilerinin dışındaki bütün sınıf ve katmanlardaki insanlar, sadece çalışmak için yaratılmış aşağılıklardır. Kendileri onlara tepeden bakmaktadır. Onlarla aynı dili konuşmak, aynı kültüre sahip olmak, aynı eğlencelerden tat almak, onların düzeyine düşmek demektir. Oysa kendileri göksel niteliklere sahiptirler, gerçek insandırlar; hayvanlarla aynı işi gören, onlarla eşdeğerde görülen insan sürülerinin arasında işleri ne?
Ancak bu aşağılama, sürü olarak gördükleri o aşağılık tabakalar arasından yetenekli köleleri seçip kendilerini eğlendirmek için görevlendirmelerine engel değildir. Güçlü olanlar arenalarda birbirlerini öldürerek efendilerini eğlendirirken ya da efendilerine toprak kazandırmak için savaş alanlarında can verirken; sesi ve rol yapma yeteneği olanlar amfi tiyatrolarda tragedya ve komedyalarda; yazı- resim yeteneği olanlar da eserleriyle efendilerinin hoşça vakit geçirmelerini sağlamışlar. Sanat tarihi sahnesi, efendilerini eğlendirmek için yetiştirilen ve sonra –bazıları- sınıf atlayıp aristokratlaşan köle adlarıyla doludur. Bakan herkes görebilir bunu...
Ta kapitalist sisteme geçişe dek süren bu aristokrat kültüre, o günün pop kültürü ya da pop edebiyatı da diyebiliriz. Bunun en çarpıcı örneklerinden birini de –bizi ilgilendirdiği için- Osmanlı aristokrasinin yarattığı “Divan Edebiyatı”nda görebiliriz. Orada her şey -dil de içinde olmak üzere- aristokrasinin yaşam biçimine uygundur: Kadın, aşk, eğlence, şarap...
Her şey çelişkisini de içinde barındıracağına göre, bu aristokrat edebiyatının yanı başında süregiden bir de “Halk Edebiyatı” gerçeği vardır ve her ne kadar tasavvuf kültürüyle yörüngesi bozulmaya çalışılsa da yaşamını hep sürdürmüş, özellikle 17- 18. yüzyıllardan sonra bu parazitten tümüyle kurtularak gelişmiştir de. Ancak kapitalizm öncesi toplumların egemen sınıflarının ortak siyasal yaklaşımlarından biri olan “ezilen sınıfları eğitimsiz ve cahil bırakma” etkeni, ezilen sınıf ve tabakaların yazılı edebiyata geç ulaşmalarına, varlıklarını sözlü edebiyatla sürdürmelerine neden olmuştur.
Kapitalizm, diğer sınıflı toplumların tersine, varlığını sürdürmek için yetişmiş insan gücüne ihtiyaç duyar. Bu nedenle de ortaya çıktığı ve siyasi iktidara aday olduğu dönemlerde aydınlanmacı, ilerici bir role soyunur. Bu rolünü, iktidarı ele alıp palazlanıncaya dek de sürdürür. Gerek kendi içinde yetiştirdiği kalemşorlarının, gerekse onunla birlikte ortaya çıkan işçi sınıfı ve diğer sömürülen sınıflar içinden yetişen kalemlerle kimi başlıklarda ortaklaşır. Bu ortak başlık da feodaliteye, bağnazlığa, gericiliğe karşı olmaktır kuşkusuz.
Ancak kapitalizm, palazlanıp iktidarını perçinleyince, daha önce feodaliteye karşı ortaklaştığı işçi sınıfının, aslında kendi mezar kazıcısı olduğunun da farkına varır. Emekçi sınıfların aydınlandıkça eşit, özgürlükçü ve barışçı bir dünya istemiyle hareket ettiğini görür. Hızla kendine gelir. Bir yandan yasama ve yürütme organlarıyla, öte yandan da tüm üst yapı kurumlarıyla zaten ekonomik alanda ezdiği halkın tepesine çöreklenir, gericileşir. Daha önce mücadele ettiği feodal gericilikle ortaklaşır.
Emperyalizm çağı ise kapitalizmin en acımasız, en gerici çağıdır. Bir yandan topuyla tüfeğiyle, bir yandan sermayesiyle yoksul ülkelerin işbirlikçi burjuvalarıyla el ele dünya halklarına topyekün saldırıya geçerken, soykırımlar yapıp kan emiciliğini sürdürürken, öte yandan da bütün üst yapı kurumları ve satın aldığı yoksul kalemşorlarıyla yoksul insanların beyinlerini bombardımana tutar, onların beyinlerini işgal etmeye, boşaltmaya çalışır. Bunun için elinde oldukça bol malzeme de vardır. Bilim ve teknoloji hizmetindedir çünkü. Dünyanın her yerine ulaşabileceği her türden araç vardır elinde: Televizyonu, bilgisayarı, interneti, sineması, basını, yayını... Okulu, yurdu, derneği, sendikası...
Bu araçların cilası da hazırdır. Yoksulluktan bunalan, mücadele etmek yerine kestirmeden sınıf atlamanın yollarını arayan satılık yoksul aydın bozmaları... Ya da bir dönem mücadelenin içinde şöyle ya da böyle yer alıp da tabansız çıkarak kurtuluşu kaçmakta bulan dönme solcu eskileri... Ve onların üstünde de kendi ideologları, kendi şarlatanları...
Tüm emperyalist güçlerin ve sömürüleri altında inleyen ülkelerdeki ortaklarının, bu araçları ve araçların vitrinine oturttukları oyuncularını nasıl kullanacakları da bellidir aslında: Halkın yoksulluğunu, gerekirse alay ederek kaşımak... Özgüvenini yitirtmek... Bireysel çıkışlarla ya da şansla kurtulabileceğine, sınıf atlayabileceğine inandırmak... Burjuvaziden nefret etmesi yerine ona özenmesini sağlamak... Örgütlülüğün anlamsızlığını ve bencilliği kanıksatmak... Kısacası düşünmeyen, yargılamayan, hesap sormayan, mücadele etmeyen, günü kurtarmaya çalışan, yazgısına ve efendilerine teslim olan yeni insan tipini yaratmak!
Bugün için bunda kısmen de olsa başarılı olunduğunu da söyleyebiliriz. Cengiz Yıldırım’ın da belirttiği gibi, hiçbir şey söylemeyen şarkıları dinlemeye ve dinlerken tepinmeye bayılıyoruz çoğumuz.
Hiçbir şey anlatmayan şiirler, öyküler, romanlar okumaya can atıyor; yazarlarına kitaplarını imzalattırmak için uzun kuyruklar oluşturuyoruz.
Hiçbir şey söylemeyen uzmanları dinlemek için uykumuzdan oluyoruz.
Hiçbir şey sunmayan magazin programlarında görünmek için TV binaları önünde yırtınıyoruz.
Hiçbir şey düşünmemek, üzülmemek için meyhane kapılarında sabahlıyoruz.
Hiçbir umut vermeyen şans oyunları için, cebimizdekini son kuruşuna dek harcıyoruz.
Hiçbir şey yazmayan yazılı tişörtler için mağaza kapılarında, hiçbir özelliği olmayan pantolonları, ayakkabıları kapışmak için vitrin önlerinde zamanımızı öldürüyoruz (Sanki zamanımız çok bolmuş ve hiç bitmeyecekmiş ya da harcanması kolay çok değersiz bir şeymiş gibi).
Bütün bunları, çoğumuz yapıyoruz ne yazık ki. Yapıyoruz, çünkü öyle yapmamız isteniyor. TV ekranlarından, bizden görünen kiralık bir yüz sırıtarak öyle söylüyor. Gazete sayfalarından, bizden görünen satılmış bir kalem öyle yazıyor. Kitap kapaklarında, bizden görünen dönme bir yazar öyle anlatıyor.
Üstelik hepsi de ünlü!... Birileri ünlendirmiş onları!
Peki, şimdi bütün suç o araçların ya da uşakların mı, sevgili Cengiz Yıldırım? Nasrettin Hoca’nın dediği gibi, “Hırsızın hiç mi suçu yok?”
Aslında, soruyu ters çevirip kendimizi de sorgulamalıyız bence: Bizde de suç yok mu?