Dünyaya İyi Bir Çocuk Bırakmak
Geçen gün belediye otobüsünde beş altı yaşlarındaki çocuğunun elinden boşalmış su şişesini (pet şişe) elinden alıp cam aralığından dışarıya, İstanbul'un en işlek caddelerinden birine atan adamı görünce aklıma geldi...
Hani hep deriz ya, “Çocuklarımıza temiz bir dünya bırakalım.” diye? Nerede okudum, yazarı kimdi anımsamıyorum. Ama harika bir seslenişi vardı yazarın...
“Neden hep çocuklarımıza temiz ve iyi bir dünya bırakmaktan söz ediyoruz ki? Bence, dünyaya temiz ve iyi çocuklar bırakmalıyız.” diyordu.
O gün otobüste, bu söz aklıma geldi işte...
Ne de doğru söylemiş yazar.
Çocuğumuza, elindeki pet şişeyi otobüsün içine atmasının ayıp olduğunu ama cam aralığından caddeye atmasında bir sakınca olmadığını öğreten bir babaysak...
Sarıyer'in göbeğinde, çocuğumuza siper olarak kalabalığın içinde kakasını yapmasının ayıp olduğunu ama çiçeklerin üstüne pislemesinde bir sakınca olmadığını öğreten bir anneysek...
Şişli'nin göbeğinde, çocuğumuza evimizdeki çöpü doldurduğumuz poşeti insanların tepesine attırarak evimizi kirli tutmamızın ayıp olduğunu ama çöpü insanların kafasına atmakta sakınca olmadığını öğreten bir ablaysak...
Beşiktaş'ın orta yerinde, bizimle birlikte zeytinin tadına bakan çocuğumuza dükkan sahibinden izinsiz zeytinin tadına bakmamızın ayıp olduğunu ama zeytinin çekirdeğini sokağa atmanın sakıncasının olmadığını öğreten bir ağabeysek...
Taksim'in göbeğinde, yanımızdaki kız kardeşimize kol kanat gererken başkasının kız kardeşine ya da kızına yiyecek gibi bakmanın, rahatsız etmenin hak olduğunu öğreten bir yetişkinsek...
Kısacası çocuklarımıza, kendimize zarar verebileceğini düşündüğümüz her konuda koruyucu kaplan kesilmeyi öğütleyip başkalarının haklarını görmezden gelmeyi öğreten büyüklersek eğer; çocuklarımıza pırıl pırıl bir dünya bıraksak ne olur ki?
Bunu söylerken, elbette “temiz bir dünya” bırakmamız gerektiğini yadsımıyorum. Ama onunla birlikte, hatta ondan da önce bırakılan mirası koruyacak beyinler yetiştirip bırakmalıyız geriye, onu söylüyorum.
Çocukluğunda masal okuyanlarınız bilirler; birçoğunda savurgan mirasyedi gençlerin, ana babalarının bin bir güçlükle biriktirip bıraktıkları mirası nasıl hovardaca harcayıp tükettikleri anlatılır.
Dünya da öyledir...
Nasıl onun büyüklerimizden bize miras kaldığını ve sonraki kuşaklara daha da güzelleştirerek bırakmamız gerektiğini düşünüyorsak; o dünyayı bırakacağımız kuşağı da onu koruyacak, hatta geliştirecek düzeyde yetiştirmemiz gerekiyor. Eğer bunu yapmazsak, biz istediğimiz kadar yırtınalım, tıpkı bugün olduğu gibi geleceğin rantçılarının, doğa katliamcılarının, savaş tacirlerinin dünyayı yok etmesini engelleyemeyiz.
Başta ana babaların ve öğretmenlerin birincil ödevidir bu... Kendi kabuğuna sıkışıp “bana ne” demeyecek; “gözlerimi kaparım vazifemi yaparım” demeyecek; “aman bana dokunmasınlar da” demeyecek; “bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” demeyecek tüm erdemli insanların ödevidir.
Çocuklara, çocuklarımıza rol model olduğumuzun bilincinde olmak zorundayız en azından. Onların bize öykündüklerini bilmek zorundayız...
Bu söz, bana bir anımı anımsattı; anlatmadan geçemeyeceğim.
Dünyanın bize değil, bizim dünyaya ait olduğumuzu söylediğim bir dersimizde, bir öğrencim söz isteyerek:
“Hocam, doğru söylüyorsunuz ama...” dedi. “Doğrusu, ben kime inanacağımı şaşırdım. Siz burada dürüstlükten, adaletten, paylaşmanın güzelliğinden, dünyaya sahip çıkmamız gerektiğinden söz ediyorsunuz. Ama evdekiler de bunun tam tersini söylüyorlar.”
“Ne diyorlar?”
“Örneğin, çıkarını sağlamak için yaptığın her şey mübahtır, diyor babam...”
Anı bu kadar değil elbette; o gün o sınıfta olup da bu yazıyı okuyanlar anımsarlar devamını... Ama ben burada keseyim. Çünkü anıyı buraya aktarmaktaki muradım, çocuğun önündeki rol modellerin (öğretmenle ana babaların) birbirine karşıt olmasının onun üzerindeki olumsuz etkisini belirtmekti.
Çocuklarımıza rol model olurken, onlara öğretmeye çalıştığımız doğruları kendi yaşamımıza uygulamamız da kuşkusuz çok önemlidir. Yoksa, “Hoca verir talkını, kendi yutar salkımı” örneğinde olduğu gibi, yine onu çelişkiye düşürür, inandırıcılığımızı yitirmiş oluruz. Çünkü biz farkında olmayız ama bu çelişki hiçbir çocuğun gözünden kaçmaz. Çocuklar, bizim düşündüğümüzden daha zekidirler.
Tıpkı D. Nolte'nin dediği gibi...
“Eğer bir çocuk sürekli eleştirilmişse, kınama ve ayıplamayı öğrenir.
Eğer bir çocuk kin ortamında büyümüşse, kavga etmeyi öğrenir.
Eğer bir çocuk alay edilip aşağılanmışsa, sıkılıp utanmayı öğrenir.
Eğer bir çocuk sürekli utanç duygusuyla eğitilmişse, kendini suçlamayı öğrenir.
Eğer bir çocuk hoşgörüyle yetiştirilmişse, sabırlı olmayı öğrenir.
Eğer bir çocuk desteklenip yüreklendirilmişse, kendine güvenmeyi öğrenir.
Eğer bir çocuk övülmüş ve beğenilmişse, takdir etmeyi öğrenir.
Eğer bir çocuk hakkına saygı gösterilerek büyütülmüşse, adil olmayı öğrenir.
Eğer bir çocuk güven ortamı içinde yetişmişse, inançlı olmayı öğrenir.
Eğer bir çocuk kabul ve onay görmüşse, kendini sevmeyi öğrenir.
Eğer bir çocuk aile içinde dostluk ve arkadaşlık görmüşse, bu dünyada mutlu olmayı öğrenir.”
Öyleyse çocuklarımıza iyilik yolunda vereceğimiz doğru örnekler artık masal kahramanları olmaktan çıksın, biz olalım... Çocuklarımızın gerçek kahramanları olalım.