ÇOCUK VE EDEBİYAT - ERDAL ÇAKİCİOĞLU

Önce Ana Babalar Eğitilmeli

Hepimiz Aileyiz Kurumsal Icon hepimizaileyiz.com.tr
Yayın : 10.06.2012

Önce Ana Babalar Eğitilmeli

Erkan Tamer, benim canciğer dostlarımdan biri. Birleşik Yayın Grubu’nun Aydın bayisi... Bayi toplantıları dışında da sıkı sık bir araya geliriz, Erkan kardeşle. Bir araya gelmekten de büyük tat alırız ikimiz de. Çünkü Erkan, hayata hep gülümseyerek bakan, asla kötümser olmayan biri... Çevresindeki herkese iyimserlik ve umut dağıtır. Bana da... O nedenle, Erkan’ın facebook sayfasını da büyük bir zevkle izlerim. İzledikçe de içim açılır, içimdeki tüm kara bulutlar bir anda dağılıverir."

Yani cuma gününe kadar böyleydi... Çünkü o gün Erkan sayfasında öyle bir gözlemini aktarmıştı ki, içim cız etti. Aynen aktarıyorum:

Küçük bir kız çocuğu... Şirin, narin, çok da güzel... Karnesini almış elinde, okulun dış bahçesinde ama ağlıyor. Neden? Sandım ki ilkokuldan mezun olmuş ya da okulu değişecek. “Üzülme.” dedim. “Neden üzülüyorsun? Nasılsa seneye yine devam edeceksin.” Ağlamaklı, “Neden o değil.” dedi. “Gelmediler.” :( Geçen defa da ne annesi ne babası gelmiş... Kapıcıyı göndermişler... “Ne tuhaf bir dünya.” dedim içimden. Ne tuhaf, değil mi? :(((

Erkan gözlem yaptığı okulun adını da yazmış ama ben buraya, kimseyi incitmemek adına yazmıyorum.

Gerçekten çok tuhaf, Erkan... Çok tuhaf!

Düşünebiliyor musunuz? Bir çocuk için en önemli günlerinden birinde, karnesini aldığı günde, onunla bu sevincini paylaşması gerekenler yanında yok... Kapıcıyı göndermekle yetiniyorlar.

O anne babaya sorsanız, kendilerince haklı nedenler sıralarlar. İşleri çok yoğundur, zamanları çok kısıtlıdır vs. vs.

Haklı da olabilirler... Ama en azından biri, çocuğuyla yarım saat geçirebilecek kadar zaman ayırabilir bence. Bir yerde çalışıyorsa, yerine fazladan çalışma pahasına da olsa, izin alabilir. Eğer bunu düşünüyorsa elbette... Düşünmüyorsa, bu sadece bir bahanedir. Onlar, çocuklarının giderlerini karşılayarak görevlerini yapıyorlardır zaten, onlara göre...

Oysa bunun, bu ilgisizliğin o çocuğun ruhunda ne derin yaralar açtığını bir bilseler...

Siz yaşadınız mı bilmiyorum ama ben çok yaşadım bu eksikliği... Çok değil, hep yaşadım. Benim annemle babam, okul yolunu öğrenemediler hiçbir zaman... Ne zaman hangi okulları bitirdiğimi de bilemediler. Öğretmen olduğumu bile atandığımda öğrendiler. Oysa hep bekledim onları. Karne günlerimde, diploma törenlerinde, bayramlarda şiir okuduğumda, tiyatrolarda sahneye çıktığımda, görev aldığım etkinliklerde hep bekledim... Göremedim. Göremedikçe de kendimi hep yalnız hissettim, anne baba sevgisinden yoksun hissettim... Eksik hissettim.

Eminim ki o çocuk da bunu hissetmiştir... Ve bundan böyle de hissedecektir.

Peki, benim annemle babam ya da o çocuğun annesi babası, çocuklarını sevmediklerinden dolayı mı böyle davrandılar? Elbette hayır! Çocuğunu sevmeyen –çok uç örnekler dışında- anne baba düşünemiyorum ben.

“Ee, öyleyse sorun nedir?” diye soracaksınız, haklı olarak... Sorun, varlığımızın çocuklarımızı nasıl mutlu ettiğinin bilincinde olamamaktır. Evet, ne yazık ki anne babaların büyük bir yüzdesi, bu bilinçten yoksundur. Sadece bu bilinçten de değil elbette, birçoğundan... Çocuğun eğitimine ilişkin birçok bilgi ve edinimden de yoksunuz, toplum olarak. Çocuğu ortaya çıkarmayı, karnını doyurmayı, ihtiyaçlarını karşılamayı yeterli görüyoruz, analık babalık görevleri bakımından.

Gerçek eğitimin çocuğumuzun ruhsal- duygusal gelişimiyle gerçekleşebileceği bilincinden yoksunuz ne yazık ki... Bir “aferin” sözünün, bir alkışın, önemli günlerinde yanı başında olmamızın, ona alacağımız en pahalı armağandan daha büyük bir armağan olabileceğini düşünemiyoruz, kestiremiyoruz. Çünkü ufkumuz, bunu düşünebileceğimiz kadar geniş değil... Çünkü çocuk eğitimini yalnızca okul ve öğretmenle sınırlı sanıyoruz... Çünkü çocuğumuzu geliştirebilmemiz için kendimizi de geliştirmemiz gerektiği bilincinden yoksunuz.

Kimse bize bunu öğretmemiş. Okul sıralarında da öğretilmemiş, ailede de... Tabu sayılmış bu tür konular. Konuşulması, öğretilmesi “ayıp” ya da “günah” sayılmış birilerince. Çoğumuz, nasıl doğduğumuzu sormaya bile cesaret edememişiz. Sorduğumuzda da ya leyleklerin getirdiği ya da annemizin dizinden çıktığımız gibi uyduruk yanıtlar almışız... Öğrenememişiz doğrusunu...

Öğrenemediğimiz bir şeyi, çocuklarımıza da öğretmemişiz doğal olarak. Bizden öncekilerin yaptığı gibi, biz de “eti senin kemiği benim” diyerek teslim etmişiz çocuklarımızı öğretmenlerine. Sonra bir daha da uğramamışız... Çocuğumuzun geleceğini, öğretmenin insafına bırakmışız. O ne kadar insaflı olursa olsun, arkadaş ve aile çevresinin, hatta yaşadığı mahallenin çocuğun eğitiminde başat rol oynadığını ve öğretmenin çabasına rağmen çocuğumuzun bize ve çevresine benzediğini görememişiz.

Öğretmenliğimde de birçok kez tanık oldum bu duruma... Sorunlu öğrencilerimden birçoğunun, ailesinin de sorunlu olduğunu gözlemledim, üzülerek. Veli toplantılarına daha çok uyumlu öğrencilerimizin velilerinin katıldıklarına tanık oldum hep. Oysa ben ve diğer öğretmen arkadaşlarım, tam tersine, sorunlu çocuklarımızın aileleriyle görüşmek için çırpınırdık, onların sorunlarını tanımlayıp yardımcı olmak için.

İzin verirseniz, bununla ilgili bir anımı kısaca aktarmak istiyorum...

Çok sorunlu bir öğrencimin durumunu görüşmek için, daha çocuk lise birinci sınıfın birinci dönemindeyken, evini telefonla arayıp ailesinden birinin okula gelmesini rica etmiştik. Sanırım annesiydi telefona çıkan... Geleceğini söyledi ama gelmedi. Birkaç kez daha çağırdık, yine gelen olmadı.

Sonra, öğrencimizin de iyi niyetli yaklaşımlarıyla o sorunları tek tek yendik ve o başarısız, sorunlu öğrenciden sorumlu ve başarılı bir öğrenci çıktı. Bu kez de bu başarıyı görmesi için çağırdık aileden birilerini... Yine gelen olmadı. Ta çocuk liseyi bitirinceye dek sürdü arayışlarımız. Azarlanmak, aşağılanmak pahasına da olsa, aramaktan vazgeçmedik (sevgili Mehmet Ali Çakmakçı ile Hüdaverdi Sönmez’in kulakları çınlasın. Hep onlar aradıkları için, benim adıma onlar yerlerdi küfürleri).

Çocuk mezun oldu, İstanbul dışında bir üniversiteyi kazanarak gitti. Ve sıcak bir yaz gününde, şimdi yerine adliye sarayı dikilen (!) okulumuzun bahçesinde otururken, ayağında şıpıdık terliklerle bir kadın çıkageldi. Çocuğunun diplomasını almak istediğini söyledi. Diplomasını istediği çocuk, o çocuktu. Üç yıl boyunca neden gelmediklerini sorduğumuzda, yüzümüze bakıp güldü sadece...

Ve biz, o gülüşün altında sevgisizliği değil cehaleti gördük... Evet, cehalet! Varlığının, çocuğu için değerini ve anlamını bilememe cahilliği...

“Bir kuşağı eğitmek istiyorsanız, eğitime dedelerden ninelerden başlamalısınız.” diyor bir Çin atasözü...

Yukarıdaki olayları görüp eğitimimizin bugün içinde bulunduğunu düşününce, ne kadar doğru bir söz, değil mi? Hele istatistiklerin gösterdiği “kitap okuma oranları”nı gördükten sonra, yüksek sesle düşünmeli, hatta bağırmalıyız:

ÖNCE ANNE BABALAR EĞİTİLMELİ!"

Konular :