Kim İçin Yazıyoruz?
Önceki yazımda “beğenilme” duygusundan söz ederken, sözü buraya getirmek istemiştim aslında...
Hangi konuda olursa olsun, edebiyatla ilgili olsun olmasın, hepimiz bir şeyler karalıyoruz aklımıza estikçe... Kimimiz şiir yazıyoruz, kimimiz öykü, kimimiz günlük... Kimimiz de okuduğumuz herhangi bir metinden ya da duyduğumuz bir sözden esinlenerek kendimizce felsefi bir şeyler karalıyoruz.
Kimimiz dışa dönüğüz yazarken, anında birileriyle paylaşmak isteriz yazdıklarımızı... O birilerinin beğenisine sunarız. Beğenilmişse –ki genellikle içten olsun olmasın, yakın çevremizden beğeni alır yazdıklarımız- bu, yeni şeyler yazmamızın itici gücü olur. Yeni şeyler yazmaya yelken açarız.
Kimimiz de içe dönüğüz yazarken. Yazdığımızı hissettiririz çevremizdekilere ama anında paylaşmayı yeğlemeyiz. Birilerinin bizi eleştirmesinden, daha doğrusu eğlenmesinden korkarız. Ama bir şekilde de yokluğumuzda okumalarını sağlarız. Eğer beğeni almışsak, alçak gönüllü bir utangaçlık sergileriz ama için için de seviniriz.
Bu, yalnız yazdıklarımız için geçerli değildir elbette... Sanatın her alanında ürettiklerimiz için geçerlidir.
Sadece ürettiklerimiz için mi?
Elbette hayır... Hayattaki her şey için. Örneğin, çocukluğumuzda giydiğimiz patiği bile yıllarca saklarız kimimiz. Neden? Dönüp dönüp kendimiz bakalım diye mi? Belki... Ama daha çok, başkalarına göstermek için.
Eski- yeni fotoğraflarımıza bizimle birlikte birinin daha bakması hangimizi hoşnut etmez?
Eski arkadaşlarımızdan birinin, bir gün ortaya çıkarak yeni çevremize bizim iyi yanlarımızdan söz etmesi hangimizi gururlandırmaz?
Eskiyi bir yana bırakalım... Çevremizden birinin giydiğimizi bize yakıştırması, bize güzel, yakışıklı, iyi, çalışkan vb. övgüler dizmesi bile bizi hoşnut etmez mi?
Eder... Etmeli. Çünkü insanın doğasında olan bir duygudur bu.
Ve bu duygu, sanatçılarda daha gelişmiştir, doğal olarak. Çünkü sanatın merkezinde beğenilmek vardır. Beğenilmenin biricik nedeni de etkili olmaktır kuşkusuz. Yani ürettiğiniz şeyin, karşınızdakini etkilemesi gerekir. Sizinle aynı duyguyu, aynı düşünceyi paylaşması; sizinle ortaklaşması gerekir.
Ortaklaştıkça yönlendirici de olur, sanatçı...
Yönlendirdikçe de öne geçer, örnek olur. Yalnızca ürettikleri değil, davranışları da ilgilendirmeye başlar karşıdakini... Merak edilmeye başlanır.
Her ne kadar kimi sanatçılar –özellikle popülizm hastalığına yakalananlar- bunu inkâr etseler de, “Ben kendim için sanat yapıyorum.” deseler de doğru değildir. Hiç kimse yalnızca kendisi okusun diye şiir yazmaz. Hele şiirlerini toplayıp kitap bastırmayı hiç düşünmez...
Hiç kimse, yalnızca kendisi dinlemek için müzik yapmaz, kendisi izlemek için film çekmez. Ürettiğimiz şeyi çoğaltıyorsak bu, başkalarının üretimimizi paylaşmasını istediğimiz için değil midir? Paylaşmayı istemek de beğenilmek isteğinden başka bir şey midir?
Beğenilmek, her geçen gün daha çok kişinin beğenisini kazanmak ve bu beğeninin kalıcı olmasını sağlamak, her sanatçının düşüdür. Bunun bir diğer adı da “ünlü” olmak düşüdür.
Bu düş gerçekleştikçe, beğenen gözler çoğaldıkça, doğal olarak sorumluluk da artmaya başlar. Her ne kadar günümüz medyasının şişirmesiyle kolay ünlü olan kimi “sanatçılar” tersini söyleseler de... “Benim özel yaşamım kimseyi ilgilendirmez!” çıkışı yapsalar da... Artan sorumluluk, giderek sanatçının özel hayatını sıkıştırmaya, kısıtlamaya, daraltmaya ve giderek de yok etmeye başlar.
Çünkü yaptıklarınıza, ürettiklerinize beğeniyle bakan gözler, sizinle ürettikleriniz arasında bağlantı kurmaya, inandırıcılığınızı sorgulamaya başlarlar. İşte bu da sizin örnek kişi olduğunuz anlamına gelir ki, sizi yazdığınız ya da söylediğiniz gibi yaşamaya zorlar.
Zaten öyle biriyseniz, yazdıklarınızda ve söylediklerinizde içten ve dürüstseniz, sorun yoktur zaten... Ama öyle değilseniz, ya gelişmek zorundasınız ya da balonunuz patlayıverir... Düşünüz sona erer. Ve o yüksek yerden yere öyle bir çakılırsınız ki, bir daha da doğrulamazsınız.
...
Bunca örnekten sonra, yeniden soralım kendimize: Öyleyse biz kim için üretiyoruz? Kim için yazıyoruz?
Toplum için...
Topluma yazıyorsak, toplum için üretiyorsak, sanat kim içindir?
Toplum için... Sanat, toplum içindir.
Kimilerinin “Sanat, sanat içindir.” martavalına sığınması, hiçbirimizi aldatmasın. Hiç kimse kendini eğlendirmek için üretmez... Kaldı ki bu sloganın bunalım dönemlerinde ortaya çıktığını da hepimiz biliyoruz. Özellikle ekonomik ve siyasal bunalım dönemlerinde yöneticilerin, öncelikle ülkelerindeki sanatçıları baskı altına aldıklarını, onları susturmaya çalıştıklarını bilmeyenimiz var mı?
Ve bu dönemlerde, duygu ve düşüncelerini açıkça ifade edemeyen sanatçıların imgelerle, simgelerle, gizemli sözlerle iletilerini topluma ulaştırma yolunu seçtiklerini görmeyenimiz var mı?
Avrupa’da ve sonra bütün dünyada yaşanan emperyalist paylaşım savaşlarının yarattığı baskı ortamlarında sanatçıların, sıkıştırıldıkları cendereden kurtulmak için birtakım absürt akımlar oluşturduklarını ama aslında tek amaçlarının topluma ulaşmak olduğunu öğrenmeyenimiz var mı?
Bizde, bu sloganın istibdat döneminde, “yıldız”, “burun” gibi sözcüklerin bile “padişah Yıldız Sarayı’nda oturduğu için ve burnu büyük olduğu için” yasaklandığı dönemde akıma dönüştüğünü öğrenmeyenimiz var mı? Hele bu slogan çevresinde toplanan “Serveti Fünun” edebiyatçılarının topluma ulaşmak için nasıl mücadele yürüttüklerini okumayanımız var mı?
Demek ki, ne dersek diyelim... Hangi sloganı atarsak atalım, hangi akımın içinde yer alırsak alalım... Sanatı toplum için yapıyoruz. Toplum için yazıyor, toplum için çiziyor, toplum için söylüyoruz.
Durum bu olduğuna göre, sanatçının özel hayatı da mercek altındadır. Düşündüğü gibi yaşamak, yaşadığı gibi düşünmek zorundadır. Mevlana’nın dediği gibi, “olduğu gibi görünmek” ya da “göründüğü gibi olmak” zorundadır. Özellikle teknolojinin küçülttüğü günümüz dünyasında, yalancının mumu yatsıya kadar bile yanmıyor... Ve aldatıldığını anlayan toplumlar, bunu asla bağışlamıyorlar.
Sanatçı, ikiyüzlü davranma lüksüne sahip değildir...
Üstelik bu kural, yalnız sanatçılar için değil, her insan için geçerlidir.