Çocuk Eğitimi ya da Pedagoji
Bir gün, Birleşik Yayın Grubu’ndaki odamda kitapların arasına gömülmüşken, bir telefon bağlandı... Sekreter kardeşimiz çok yoğun olduğumu söylemesine karşın, telefonun karşı ucundaki kişi, ısrarla benimle konuşmak istediğini söylemiş.
Telefondan kaçmak, atlatmak gibi bir özelliğim olmadığından, seve seve kabul ettim bu görüşmeyi. Telefonun karşı ucundaki ses, hiç alışık olmadığım, çok sinirli bir tondaydı. Adını ve öğretmen olduğunu söyledikten sonra, bir zaman kendinden, başarılarından söz etti. Ama bunu öyle öfkeyle söylüyordu ki, şaşırmıştım. Sesin sahibini biraz yumuşatmaya çalışarak sorunun ne olduğunu sordum... O da bunu bekliyor olmalıydı ki, hemen konuya girdi.
Konu, o zaman yeni çıkmış kitaplarımdan birinde geçen “sersemlemek” sözcüğüydü...
Bir fabl öyküydü ve öykünün kahramanlarından zayıf olan güçlü olanı, hiç beklemediği şeyleri yaparak “sersemletiyordu”. Vay, sen misin “sersem” sözcüğünü kullanan! Sevgili öğretmenim, bu sözcüğün pedagojik olmadığından yola çıkarak bana eğitim psikolojisi dersi vermeye başladı. Buna bir itirazım yoktu... Elbette verebilir. Herkes verebilir, herkese saygım var. Yaşamın her alanında, herkesten –özellikle de öğrencilerimden- yeni çok şey öğrenmiş biriyim çünkü...
Ama gelin görün ki, eğitim psikolojisi dersi veren bir eğitimciyle kullandığı ses, birbiriyle çelişiyordu. Bana eğitim psikolojisi dersi veren öğretmenimin bağırıp çağırmasının, ben zavallı öğrencisinin psikolojisini ne denli allak bullak etiğini bir düşünün! Eh, sonunda elbette azarlanan her öğrenci gibi, benim de gururum incindi... Ve istemeyerek de olsa, telefonun karşı ucundaki çokbilmiş öğretmenime pedagojinin sözcük anlamını sorarak tepki gösterdim, diklendim.
Karşılığı da kem küm ve “çaat” diye telefonun yüzüme kapanması oldu... O günkü dersimi almıştım.
Buna benzer bir iki sızlanmayı da bayilerden aldığımız için, bu konu içime dert oldu... (Bir iki öğretmenimiz daha bayilerimize uğrayıp eserlerin pedagojik olup olmadığını sormuşlardı.) Ve ilk bayi toplantısında, katılan pedagog dostlarımın da izniyle, konuşmalarımdan birini sadece bu konuya, pedagojiye ayırdım.
“Pedagoji” sözcüğünün sözlük anlamını, hepiniz biliyorsunuzdur... Yunanca olan bu sözcüğün tam Türkçe karşılığı, “çocuklarda eğitim bilim ve kuramı”, daha açık anlatımıyla, “çocuk eğitimi” demektir. “Paid” sözcüğü “çocuk”, “ago” da “yönetmek” anlamına gelir. Yani sözcüğün tamamı, “çocuk yönetimi/ çocuk eğitimi” anlamını karşılıyor.
Çocuk eğitimi... Ya da pedagoji...
Üzerine hemen herkesin ahkâm kestiği ama içini bir türlü dolduramadığı ya da doldurmaya yanaşmadığı konu... Bu konudan söz ederken, hepimiz hamasi nutuklar atıyor, dağarcığımızda ne kadar sözcük varsa –özellikle de yabancı-, hepsini sıralıyoruz. Ve çocuk eğitimi denilen bu en duyarlı konuda, bilerek ya da bilmeyerek, çocuklarımızı neredeyse kalın bir pembe çerçevenin içine hapsediyoruz.
Peki ama böyle yapmakla, bu konunun değerli uzmanlarının, saygıdeğer pedagoglarımızın sürekli uyarılarına karşın, çocuklarımızın soyuttan somuta geçiş sürecini uzatmıyor muyuz? Çocuklarımızı soyut kavramlarla oyalayıp her şeyi güllük gülistanlık gösterirken, onların somut olgular karşısında şoka girmelerine neden olmuyor muyuz?
Örneğin, derslerimizde ya da edebi eserlerimizde her şeyin pembe (iyi) olduğunu söylediğimiz çocuklarımız, dışarıda tersini gördüklerinde nasıl bir davranış sergileyecekler? Düşselle gerçek arasındaki bağı nasıl kuracaklar? Böyle, her şeyi kesin çizgiler içine hapsedip esnekliği sağlayamazsak, gerçeğe yakın durmazsak, onlara zarar vermiş olmaz mıyız?
...
Çocuk eğitimi...
Tarih kadar eski bir konu...
Tarihin oluştuğu ilk günden beri, insanoğlu farklı toplumsal sistemler kurmuş, farklı ekonomik ve sosyal yaşamlar sürmüş... Ve çocuklarını da o toplumsal sistemlere uygun olarak yetiştirmiş. Yani her ekonomik sistem, kendi sürekliliğini sağlayacak kuşaklar yetiştirmiş. Bunu ne oranda başardığı, elbette tarihin konusu...
Tarihe, tarihin en eski evrelerine dönüp baktığımızda, çocuk eğitimindeki birbirine hiç benzemeyen uygulamaları bütün çıplaklığıyla görebiliriz. Bizde de öyle... Eğitim tarihimizin ilk pedagogları saydığımız şamanların, atabeylerin, dedelerin, lalaların, dadıların eğitimiyle ilk ortaya çıkışında “aydınlanma çağı” olarak adlandırılan kapitalist sistemin öğretmenlerinin eğitim anlayışları, yöntemleri aynı mı?
Bir önceki sistem olan feodalitedeki eğitim politikasıyla şimdiki aynı, diyebilir miyiz?
Oysa “çocuk” tanımı, o yıllarda da aynı yaş kümesini kapsıyordu, bugün de... Peki, farklı olan ne? Uygun kuşaklar yetiştirerek içinde yaşanılan sosyoekonomik yapının sürekliliğini sağlamak değil mi?
Öyleyse eğitime ilişkin birtakım (özellikle de yabancı) sözcükleri üst üste bindirip bir kavram kargaşası yaratmak yerine, sorunun kaynağına bakmalı, ne istediğimizi bilmeliyiz. Doğru iş yapmanın yolu, o işin neye yarayacağını bilmekten geçer.
O hâlde, çokbilmiş görünerek kendimizi doyurmak yerine, şapkamızı önümüze koyup çocuklarımızı düşünmeliyiz.
Bu yaşamsal önemdeki konuyu yine konuşmak üzere...