ÖZEL RÖPORTAJLAR

Ayla Algan: “Tiyatro bir arınma, eşleşme ve eğitimdir”

Hepimiz Aileyiz Kurumsal Icon hepimizaileyiz.com.tr
Yayın : 12.01.2011

Ayla ALGAN
Ayla ALGAN
Ayla ALGAN
Ayla ALGAN

Keşke hiç bitmesini istemediğiniz anlar vardır ya işte tam da öyle bir andı benim için… Akşama doğru saat beş sularında görüşecektik… Sabırsızdım ve merak içindeydim; bu yüzden bir saat öncesinden gitmiştim randevuya.

Kim bilir neler öğrenecektim; hayata, sanata yönelik… Sanatla iç içe yaşanmış başarılarla dolu, ödüllerle süslü dile kolay yarım asır. Her zaman dinamik, her zaman güler yüzlü biriyle bulaşacaktım; kolay mı heyecanlanmamak…

Daha ilk merhabada öyle içten kucakladı ki beni; sanırsınız çok öncelerden tanıdığı biriyim… O kadar candan… Evet, ben onu ülkemizin en önemli sanatçılarından biri olarak çok öncesinden tanıyor ve bayılıyordum… Peki o ? Hani bir söz vardır: “Bilgi büyük adamı alçak gönüllü yapar” diye; işte bu söz adeta Türk tiyatrosunun mihenk taşı Ayla Algan’ı anlatıyordu…

Dallarıyla gençlere, çocuklara kucak atmış koca bilge çınar, bugünlerde dört ay önce eşini -kendisi gibi Türk tiyatrosunun en önemli oyuncularından değerli tiyatro sanatçısı Beklan Algan’ı- kaybetmesinden dolayı biraz hüzünlü olsa da yüzünden eksik olmayan o gülümsemesiyle karşılıyor beni.

Tiyatroda Hamlet rolünü oynayan dünyadaki sayılı kadın oyuncu arasında yer almış, Yunus Emre'nin şiirlerini Almanca, Fransızca, İngilizce olarak şiirli-şarkılı okuyarak onu tüm dünyada tanıtmış, 50 yıllık sanat yaşamına sığdırdığı birçok başarısıyla gönüllerimizde ayrı bir yeri olan ve bugün birçok oyuncaya koçluk yapan Ayla Algan ile röportaja değil sohbete gitmiş gibi hissettim kendimi. Umarım aynı keyfi siz de okurken yaşarsınız.

Güler yüzünüz, mütevazı duruşunuzla herkesin gönlünde taht kurmuş sanatçılarımızdansınız. Hayat enerjinizi nasıl her zaman tap taze tutabiliyorsunuz? Sizi 50 yıldır motive eden nedir?

Çocukluğumun güzel geçmesine bağlıyorum bunu. Çalışan anne ve babanın tek çocuğuydum. Ve tek çocuk olmanın da etkisiyle kendimi çok yalnız hissederdim. Çok güzel olanaklarım vardı; piyano çalmak, dans etmek gibi ama bunları yaparken de hep yalnızdım.

Gündelik hayatta bir şeyler yaratamazsınız. Yaratma eğilimi, kişide duygusal zihni gerektiriyor. Yani IQ değil, EQ (duygusal zeka) önemlidir yaratıcılıkta. Dolayısıyla sürekli bir şeyler yaratmaya çalışan çocuk hep bir şey uydurma çabası içerisindedir. Ben de öyleydim. Yalnızlığımdan dolayı sürekli bir şeyler yaratmaya çalışırdım. Mesela küçükken annemin elbiselerin gardıroptan indirir onlarla çeşitli oyunlar kurar, farklı dünyalar yaratırdım kendime. Hatta yalnızlığıma dair şiirler bile yazmışımdır o dönemde: “Yalnız, yalnızım; kalabalık içinde yalnızım” diye.

Gündelik üstü dünyada durmak zaten insanda yaratma eğilimi gerektiriyor. Çünkü yaratma eğilimi olmayan insandan, gündelik hayatta da bir şeyler yaratması beklenemez.

Onun için Ekol Drama Sanat Evi’nin kurucu Gülsen hanımı bundan 11 yıl evvel böyle bir yer açması konusunda kandırdım. O zamanlar turizmle uğraşıyordu çünkü. “Sen niye okul açmıyorsun, Yaratıcı Drama yapmıyorsun” dedim. İstedim ki her çocuk benim gibi mutlu olsun.

“Yaratıcı Drama tiyatro değildir;

kişinin kendi farkındalığıdır”

Ve böylelikle, çocukta var olan potansiyeli harekete geçirerek onlara yaratma cesareti sağlamak için de Ekol Drama Sanatevi’nde çocuklara yönelik Yaratıcı Drama eğitimi vermeye başladık. Çocuklar yaratıcı dramayla yaşayarak öğrenmenin yöntemlerini öğreniyorlar. Yaratıcı Drama, bir eğitim metodudur esasında.

Bu eğitimlerde, çocuğun etrafında olup bitenin farkına varabilmesi, ayrıntıları görebilmesi, farklı bir bakış açısıyla değerlendirme yapabilmesi, duyarlı olması için yaratıcılık yönü gelişebilmesi sağlanıyor.

Yaratıcı drama dersine katılan çocukların aileleriye ayda bir konuşuruz. Hiç unutmam bu toplantıların birinde bir baba bana: “Ayla Hanım, siz çocuklara ne söylüyorsunuz kendilerini bu kadar geliştiriyorlar; Allah aşkına bana da söyleyin. Bizim kız sizden eğitim almaya başladığından beri derslerinde çok başarılı, sosyal etkinliklerde çok faal: Şiirler okuyor, tiyatro faaliyetlerine katılıyor. Artık biz hiç kızımıza ders çalış demiyoruz” dedi.

Çocuklar egolarının tatmin olmasından çok hoşlanırlar. Tüm müfredatı anlatamayacağım için ona biz derslerde: “Güneş bir yerlerde doğuyor ama bir yerlerde de batıyor. Onlara bunu öğretiyoruz” dedim...

Üç ay sonra beni aradı bu baba ve dedi ki : “Ayla Hanım, iyi ki o gün o lafı söylediniz. Ben iflas ettim. Başkası olsa intihar ederdi ama o lafınız aklıma geldi ve bana kuvvet verdi. Şimdi güneş batıyor ama başka yerde doğacak. İflas edenler, intihar edenler çok ama ben bu sözle ayakta durdum” dedi.

Hakikaten çocuklar buraya gelip oyun oynadıkları, bir şeyler yarattıkları zaman gündelik üstü dünyada oldukları için hayatla çok daha iyi bütünleşiyorlar. Yani bölünen bir karakter olmuyorlar; bir şeyler yaratıyorlar. Onların gelişimlerindeki farkı çok rahatlıkla gözlemleyebiliyorsunuz. Bunu hemen aileleri de fark ediyor. Bir çocuğun yaptığı bir resim bile çok mühimdir. Şizofren gibi kendi kendileriyle konuşmuyorlar; bir şeyler yaratıyorlar çünkü. Bunu hem duygusal bellekleriyle hem de analitik bellekleriyle yapıyorlar ve dolayısıyla da ölümsüz oluyorlar…

Tiyatroya ilginiz ne zaman doğdu?

Biz eşimle bir yılbaşı günü tanıştık ve ağustos ayının 27’sinde de evlendik. O Amerika’ya gidiyordu. Babasının krom madenleri vardı. Maden mühendisi olacak, satış ve araştırmalarda görev alacaktı. Bana da babam İngiliz filoloji okursun orada dedi. Bizi öyle Amerika’ya yolladılar.Biz bir sene baktık bu işler bizim pek sevdiğimiz işler değil bunlar; eşim bir tiyatro buldu. O da Hollwood yıldızlarının yetiştiği yer Actor’s Studio’ydu. Herkesi öyle kolay kolay kabul etmiyorlardı; bizi kabul etmişlerdi.

Marlon Brando’nun, Marlin Monro’nun eğitim aldığı yerdi burası. Onlar eğitimlerini bitirmişlerdi biz gittiğimizde; ama gelip çalışırlardı. Bir vakıf gibiydi. Bir hoca getirirlerdi kendi eksikliklerini tamamlamak için. Hiç unutmam Marlon Brando, Joshua Logan’nın yönettiği Sayonara’dan sonra geldi temizlenmeye; yani nötrleşme. (Nötrleşme yani temizlenme oyuncuların bir rolden başka bir role geçmeden önce aldıkları eğitim.) Bu konuda Halit (Ergenç) çok titizdir. Yeni bir projeye başlamadan önce hep gelir temizlenir; sıfırlar kendini, çok çalışkandır. İşindeki bu titizliği dizilerdeki başarısına da yansıyor tabiî ki.

En beğenerek oynadığınız, kalıcılığı yakaladığınızı hissettiğiniz roller hangisiydi?

Hamlet tabiî ki. Çünkü iki kere Ophelia’yı oynadım; bir kere de erkek rolü. Bir kadının erkek rolü oynaması bayağı ilginç gelmişti bana. Bir de üstelik Rumeli Hisarı’nda oynuyordum. Hatta o sırada Jules Dassin'in İstanbul'da geçen Topkapı (1964) filminde rol alan çok yakın arkadaşım Melina Mercouri’yi ve diğer arkadaşlarımı Hamlet’e davet etmiştim. -Melina Mercouri bilhassa Paris’te bana çok yardımcı olmuştur. Müzik dünyamda olimpiya yaptığım dönemde beni kutlayanların başında gelir. Beni çok severdi.- Bana o zaman hayret etmişlerdi. Nasıl sen kadın diyaframınla bir erkek rolünü üstelik de mikrofonsuz bir şekilde oynuyorsun diye. Hamlet’de çünkü uzun cümleler çok vardır, ciddi bir diyafram gerektirir. “Ne yapayım, beş ay çalıştım becerdim” dedim.

Hatta bir seferinde oyunda beni izlemiş seyircilerden bir kadın yokuşu çıkarken demez mi bana: “Oğlum koşma koşma” diye. Önce nasıl sinir olmuştum beni erkek zannetti diye ama sonra jetonum düştü: “Yahu bu kadın Ayla Algan’ı tanımıyordu ki, o Hamlet’i tanıyor” dedim kendi kendime. İyi kandırmışım diye düşündüm o zaman.

Zıt kişilikleri, iyileri, kötüleri bir arada yaşama imkânı buluyorsunuz oyunculukla. Oyunculuk sizce bir rehabilitasyon mu?

Yalnız oyuncu için değil, seyirci için de bir rehabilitasyondur tiyatrolar. Türk tiyatrosunun batılı anlamda kurucusu olan Muhsin Ertuğrul aynı zamanda benim hocamdı derdi ki: “Tiyatrolara gidin; orada ya öğrenir ya eşleşir ya da oyundan kendinize göre dersler çıkartırsınız.”

Bir nevi arınmadır, bir eğitimdir, bir eşleşmedir tiyatrolar. Ve bulunduğun yere göre gündelik üstüdür. Onun için şimdiye kadar, bunları oynaya oynaya böyle bir pıt diye giriyorum o dünyaya mesela.

Eşimi kaybedeli dört ay oldu. O’nu yaşatmak için, ölümsüz kılmak için, gündüzlerim dolu dolu, çok iyi geçiyor; ama geceleri bedenim bana karşı çıkıyor. Plantasyonum vardı dişimde; geceleri uyurken farkında olmadan kendimi sıkmaktan kırmışım onu...

Eşiniz Beklan Algan Türk tiyatrosunun mihenk taşlarından biriydi. Birlikte çok oyunda rol aldınız mı? Nasıl bir duyguydu karı kocanın aynı oyunda rol alması?

Çok oyunda birlikte oynadık. Bunlar artık eve de sarkıyordu. Tabi oynuyorduk sonra da hemen seyrediyordu. Her gece eve geldiğimizde annem diyordu ki: “Rahat bırak da yemek yesin kız” Ben yorgunluktan adeta tabağın yanında yemeğimi yiyordum. O hâlâ: “Üç dakikalık sahneyi iki dakika da oynadın; çabuk geçiştirdin imgeleri” diyordu. Kavgamız oydu zaten.

Efes Oteli’nde şarkı söylediğim zamanlarda eşim de gelip kalıyordu benle. Bir gün otel odasında bağıra bağıra Makbed’i çalışıyorduk. O sırada bu oyunu koyacaktı sahneye. Oyunun tekstinde kanlar manlar gibi sözler havalarda uçuşuyordu. Sesimizi duyan otel görevlileri kavga ettiğimizi sanmış; kapının önüne toplanmışlardı. Kapıyı açtığımda kalabalığı görünce kavga ettiğimizi zannettiklerini anlamamız hiç de zor olmadı: “Kavga etmiyoruz, oyunu prova ediyoruz” dedikten sonra otel çalışanları derin bir oh çekmişlerdi.

Ayla Algan bir oyuna nasıl hazırlanır? Oyunculukta ilkeleriniz var mıdır?

Verilen oyunun tekstinin ses çalışmasını ve sonrasında da ezberini yaparım. Sesinin çıktığı yerleri zorluyorsun, teknikler deniyorsun. Diksiyon, fonetik çalışmaları oluyor. Sesle o duyguyu vermek gerekiyor çünkü. Mesela: “Neden gelmiyorsun?” gibi. Oradaki sesi duyguyla vermek her dilde aynıdır: “Why did you came?” İngilizce’de olsun Fransızca’da olsun bu böyledir. Bu yüzden bize fonetik daha yatkındır. Bir oyuncu ister Alman, ister İngiliz olsun eğitimini fonetik üstünden yaptığınız zaman, Türkçe vurguları da söylediğinizde -vurgular sona doğrudur, yutma onları dersin- bayağı Türkçe konuşuyormuş gibi aynı duyguyu vererek rolünü çok başarıyla oynayabilir.

İyi bir oyuncu da “olmazsa olmazlar” nelerdir?

Bir oyuncu, oynadığı role çok inanmalı bir kere. Çağdaş tiyatronun kurucusu Jerzy Grotowski çok iyi bir hoca ve eğitimciydi. O oyuncuları bir çiftliğe kapatıyor, unut diyordu dünyayı. Oruç tutar gibi. Burada oyuncularla grup sinerjisi kurduruyordu. Onun malzemesini ben kullanabilirim diye birbirlerinin ürettiklerinden kendi kostümlerini, objelerini kendileri yapıyordu. Böyle bir kolektif çalışma yapıyorlardı. Tiyatro da öyle zaten. Grotowski, bu oyunculara “aziz oyuncu” der. Bunun dışında kalan oyuncuların da bu işi, sükse ve para için yaptığını söylüyordu.

Ayla Algan’ın teklediği, replik atladığı, yanlış tonlama yaptığı zamanlar oldu mu? Bu konuyla ilgili hiç unutamadığınız bir anınızı bizimle paylaşabilir misiniz?

Yanlış tonlama hiç yapmadım. Yalnız bir sefer ne oldu biliyor musunuz? Yeni radyo dj’leri var ya; bu çocuklar Amerikan usulü konuşuyorlar: Tonlamasız, vurgusuz ve hızlı… Bana dediler ki: “Ayla abla ne olur sen de öyle konuşsana.” Ve inanır mısınız konuşamadım! Konuşmam için önce görmem lazım dedim. Herkesin sesinin alındığı dublaj konuşmalarındaki gibi gürültü şeklinde geliyor sesleri insanın kulağına; konuşmuyorlar ki taklitlerini yapabileyim...

Günümüz genç oyuncularını nasıl değerlendiriyorsunuz?

21. asrın biyonik adamları gibiler ilişkilerinde. Ortada ilişki falan da kalmadı. Gerek sosyal, gerek kişisel, gerekse sevgilisiyle olan ilişkilerinde biyonikler... Kimlikleri daha bir mühim oldu onlar için. Sürekli normal kimliklerini koruyorlar. “Aman o benden önde olmasın ben daha önde olayım” gibi… Sevdiği halde “Seni sevmiyorum” diyebiliyorlar. Bu çocuklar, sevgi yönünden neler kaybediyorlar biliyor musunuz?..

Geçenlerde bir grup genç oyuncuyla buluştuğumda, onlara dedim ki böyle oyunculuk yapamazsınız. Alttan almayı öğrenmeniz gerek. Tabi günümüz ilişkilerinde kadının erkeği elde tutması da çok önemli. Günümüzde benim gibi düşünenler de demode oldu tabi…

Biraz da hocalığınızdan bahsetmek istiyorum. Yıllardır yüzlerce belki de binlerce gence bilginizi, birikiminizi aktarıyorsunuz. Sizin gibi bir tiyatro duayeninden ders alma şansını yakalayan gençlere öncelikle neleri öğretiyorsunuz? Ve 50. Sanat yılınız kapsamında hangi etkinlikler olacak?

Ben şu anda sinema tekniği öğretiyorum. Tiyatroda da Troyalı Kadınlar’ı koyuyorum sahneye. Bu oyunu aynı zamanda 50. sanat yılım dolayısıyla da hazırlıyoruz. Oyunun hem rejjsörlüğünü yapıyorum hem de oyundaki Hekabe’yi oynuyorum. Troyalı Kadınlar’ı Yerebatan’da ve Muhsin Ertuğrul’da oynayacağız.

Sartre’inkini koyuyorum adaptasyona. Çünkü bizim Kurtuluş Savaşı’mıza benzetiyorum Troya Savaşları’nı. Helen’i almaya geldik diyorlar fakat hiç Helen’i almak için 10 yıl hazırlanılır mı? Gemiler hazırlanıyor falan; belli ki bizim buradaki güzel hayat, verimli topraklar, insanların sıcakkanlılığı onları cezp etmiş. Bunları öngörerek koyuyorum oyunu. Çanakkale’den geçerken Atatürk’ün bir lafı gelir hep aklıma: “Ben Hektor’un intikamını alacağım” demişti. Ve onun üzerine İzmir’i kazanıyor.

Değerli tiyatro sanatçısı Ayla Algan'a hepimizaileyiz.com ailesi olarak teşekkür ederiz.

Ocak 2011

Röportaj: Cansu BULDU ÇAN

Dikkat: Tüm hakları saklıdır. İzinsiz ve kaynak gösterilmeden kopyalanamaz, hiçbir şekilde kullanılamaz.

Konular :